“Garcia’ya Mektup” ya da İngilizcesi “A Message to Garcia”, iş dünyasının, devlet dairelerinin ve askeri organizasyonların dünyanın her yerinde çok sevdiği bir öyküdür. Yöneticilerin ihtiyaç duyduğu çalışanı, bin tane bahane üretmeden işi çözen o harika görev bilincini, kusursuz dişli olmanın onurunu tarif eder. İnsanların bir kısmı, bu denli adanmışlığın az maaş ve çok işle sömürüleceğini, başka bir kısmı, insanların bu öyküyle gaza getirildiğini, geri kalan sağduyulu bir bölümse, insan uygarlığının samimi çalışan, böyle adanmış insanlar sayesinde ayakta durduğunu düşünür.
Peki yapay zeka çağında, cidden Garcia’ya mektup götürecek bir yapay zeka çıkar mı?
Olayı bilmeyenler için kısa özet: Hikayenin geçtiği yıllar, Küba’daki İspanyol-Amerikan Savaşı sırasında 1898’dir. Garcia adında komutan savaştadır. Kendisine acilen bir mesaj gitmelidir. Bu mesajı götürecek kişinin öldürülme olasılığı yüksektir. Gideceği coğrafya zorluklara sahiptir. Bunların üstüne, bir de mesajı vereceği kişinin nerede, ne durumda olduğu bile bilinmemektedir. Ancak kahraman Yüzbaşı Andrew Summers Rowan, tereddüt etmeden bahaneler üretmeden, sorular sormadan mesajı alıp gitmiş ve yerine ulaştırmıştır.
Andrew Summers Rowan
1857 yılında doğdu. Rowan, 1877’de yirmi yaşındayken West Point’teki Amerika Birleşik Devletleri Askeri Akademisi’ne kaydoldu ve 1881’de teğmen rütbesine terfi etti.
Sonraki on yıl boyunca çeşitli sınır görevlerinde bulundu ve 1887’de Kansas, Atchison’dan Ida M. Symns ile evlendi. Kuzey Dakota, Fort Pembina’da topografya görevlisi olarak görev yaparken, Kanada sınırında keşif hizmeti için gönüllü oldu.
1891’de, Guatemala’dan geçen (asla tamamlanmayan) bir demiryolu hattı planlayan Kıtalararası Demiryolu Araştırması’nda barometrik hipsometrist ve yardımcı astronom olarak görevlendirildi.
Döndükten sonra Washington, DC’deki Askeri Bilgi Bölümü (MID) Harita Bölümü’nün başına atandı. Bu görevi sırasında Küba hakkında iyi karşılanan bir kitabın ortak yazarlığını yaptı. İspanyol-Amerikan Savaşı’ndaki hizmetinden sonra Filipinler’de ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki görevlerde bulundu ve 1909’da emekli oldu. 1943’te 85 yaşında Kaliforniya’da öldü.
Bu durumda mektubu taşımayı kabul ettiğinde 41 yaşında oluyor. Mektubu aldığında rütbesi Yüzbaşı, emekli olduğundaysa Albay.
Kendi kendime “Süleyman,” dedim. Genelde kendime Süleyman derim. Kimileri isimlerine ek olarak iç seslerinde … Bey, … Hanım diyebilir ama kendimle mesafeli ve resmi bir iletişim kurmanın, kelime başına 2 harfe mal olduğunu hesapladım. Mesela ‘okudunuz mu?’ demek yerine ‘okudun mu?’ demek gibi. O iki harfi azaltmak, ömür boyu düşünmeyi hızlandırmak için gerekli. Sıkılmayın diye arada sizinle iletişime geçiyorum. Gülümsetebildiysem yeterli. 🙂
Evet, “Süleyman” demiştim,
“Garcia’ya mektup öyküsünü bin kere duydun,
Yüzbaşı’nın hayatına baktığında bilimin (barometrik hipsometrist ve yardımcı astronom, haritacılık), kültürün (kitabın ortak yazarlığı) oldukça yer ettiğini, ancak bu yazıyı yazarken ilk kez gördün.
Yani, bu öykü anlatılırken neden bu kısım Türkçe ve İngilizce es geçilir? Düşün bakalım, sence neden?”
Aklım şöyle bir sonuca vardı. Bakalım siz ne düşüneceksiniz?
“Çünkü yöneticiler; düşünme anlama ve harika kararlar verme yetkisini kendilerinde tutarken, tek ihtiyaçlarının mükemmel uygulayıcı çalışanlar olduğunu düşünür. Kendilerini beyin, çalışanları parmakları olarak görme eğilimi yüksektir.
Oysa, çağın bilge iş adamı Steve Jobs, defalarca, zeki insanları işe alıp ne yapmaları gerektiğini onlara dikte etmek yerine, bizzat kendilerine sorduklarını söylemiştir.
GARCIA KİMDİR, HAYATI?
(Sevgili öğrenci, Google’da arayıp bu sayfaya geldin biliyorum. Çünkü öğretmenin ‘Garcia’ya mektup nedir? araştırın’ dedi. Sen de arama motoruna yazdın. “Garcia kimdir hayatı”,…. “garsiya kimdir ödev” şeklinde de yazmış olabilirsin. Dur, dur! Lütfen bu kısmı alıp ödevine yapıştırıp gitme! Bu yazıyı baştan itibaren dikkatle oku, hayat boyu işine yarayacak ipuçları bulabilirsin.)
Ramón Calixto García Íñiguez
(4 Ağustos 1839 – 11 Aralık 1898)
Kübalı bir devrimci ve İspanya’ya karşı Küba ayaklanmasının lideriydi. Küba Bağımsızlık Savaşı’nın bir parçası olan üç Küba ayaklanmasında yer alan Kübalı Generaldi.
On Yıl Savaşı, Küçük Savaş ve 1895 Savaşı, bazen Küba Bağımsızlık Savaşı olarak da adlandırılır ve İspanyol-Amerikan Savaşı’na dönüşerek en sonunda Küba’nın ulusal bağımsızlığıyla sonuçlandı.
Savaşırken yakalandı ve 1878’de sona erene kadar faaliyetleri nedeniyle hapsedildi. Serbest bırakıldıktan sonra tekrar tutuklandı.
1895 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne geldi ve Kübalı İsyancıların lideri olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin İspanya ile savaşında önemli bir rol oynadı. Başkan McKinley ile Küba meselelerini görüşmek üzere bir komitenin parçası olarak bulunduğu Washington, D.C.’de 1898 yılında öldü.
Şimdiii, sansasyonel magazin bilgisi vereyim, buralar ilginç. Hayatını okuduğum İspanyolca Wikipedia sayfasında kuyruk acısından olsa gerek, eski düşmanları Garcia’yı yerden yere vurmuşlar. Okumamış, cahil, dedesi kral taraftarı, aslında zır cahilken işte etrafındaki entelektüelleri dinleye dinleye adam oldu gibi tarifleri var ki, adamın iyi bir adam olduğuna iyice emin oldum 🙂 Dolayısıyla ismine verdiğim link, bu taraflı link değil, yine politik nedenlerle taraflı ama en azından saygılı ABD İngilizce linki ekledim (!) 🙂 Şaka bir yana, ne yazık ki, tarih objektif ve tarafsız olarak değil, hep taraf olanların gözünden anlatılıyor. Ne ABD bakış açısı, ne İspanya, bizim kendi bakış açımızı, ülkemizin ve tüm insanlığın geleceğine hizmet edecek bakışı geliştirmemiz gerekiyor.
Garcia, çok enteresan ve tutkulu bir adam. Ama annesi de öyle. Bakın Garcia’nın genel karakteri nasıl anlatılıyor?
“Yaklaşık 28 yaşındayken büyükbabasına benzeyen García, ilk bağımsızlık savaşı (On Yıl Savaşları) olan bir Küba ayaklanmasına katıldı. García, yakalanana kadar beş yıl boyunca İspanyol sömürge yönetimine karşı savaştı. Askerlerinden uzakta, sadece etrafında ölü ya da ölmekte olan küçük bir müfreze tarafından korunan Garcia, İspanyollara onu yakalama zevkini yaşatmamak için .45 kalibrelik bir tabancayla çenesinin altından kendini vurdu. Kurşun alnından çıkıp onu bayıltsa da, hayatta kaldı; yara büyük bir iz bıraktı ve hayatının geri kalanında ona baş ağrısı yaşattı. (Bakınız, fotoğraftaki alnındaki iz işte o çukur.)
İspanyol yetkililer Calixto’nun annesi Lucía Iñíguez’i yakalanması hakkında bilgilendirmek için Holguín’e geldiklerinde, annesi onun oğlu olmadığını söyledi. Yetkililer ona Calixto’nun intihar etmeye çalıştığını açıkladığında, annesi onun oğlu olduğunu, “yakalanmaktansa ölmenin daha iyi olduğunu” söyledi!”
İntihar teşebbüsü, iyi ki başarılı olmamış ve çok, çok yanlış bir seçim. İşkence görmemek için seçtiği yolda, hayatta kalmasının ne denli önemli olduğu ortada, ülkesi, ailesi ve gelecek kaç nesil onun hayatta kalması sonucunda sömürgede değil, yeni bir ülkede doğmuş oldu.
Elbette, sizlere anlatılan o idealize edilmiş öykülerde Garcia adında kahramanın herkes gibi bir insan olduğu ve delice kararlar alabildiği, diğer kahraman Yüzbaşının tanımadığı bu insana mesaj taşımak için hayatını riske attığı anlatılmıyor. Ama böyle. Sorgusuz, sualsiz kabul edilen her şey, sizi pişman etme olasılığı yüksek olasılıklar barındırır. Yüzbaşıyı harekete geçiren şey kendi ülkesinin çıkarına olacak bir işi başarma ülküsüydü. Bu açıdan bakıldığında mantıklı.
Garcia’nın ölümü de çok ilginç. Görevini bitirmiş ve ertesi gün ölmüş. “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim.
“García, İspanyol-Amerikan Savaşı’nın bitiminden bir gün sonra, 11 Aralık 1898’de, Washington, DC’de diplomatik bir görevdeyken 59 yaşındayken zatürreden öldü. ABD’deki Arlington Ulusal Mezarlığı’na geçici olarak gömüldü ve ardından ağır silahlı deniz savaş gemisi USS Nashville ile Küba’ya nakledildi. Küba, Havana’daki son cenaze töreninden önce bir dizi duygusal olay yaşandı ve heykelleri ve büstleri Küba’nın her yerinde bulunmaktadır. Ölümünden sonra, “Dulce et decorum est pro patria mori” ifadesinin belirgin bir şekilde yazılı olduğu büyük bir bronz tablet, Washington, DC’deki Raleigh Oteli’ne dikildi . Bugün, bu tablet García’nın doğrudan torunlarından birinin özel ikametgahında bulunmaktadır.
Elbert Hubbard’ın ” Garcia’ya Bir Mesaj ” adlı denemesi, ABD istihbarat görevlisi Andrew Summers Rowan tarafından İspanya-Amerika Savaşı’nın başlarında García ile temas kurmak için yazılmıştır.
Dil uzmanı Charles Earle Funk’a göre, “Garcia’ya bir mesaj götürmek”, yani son derece zor bir meydan okumayı kabul etmek, yıllarca popüler bir ABD argo ifadesiydi. Deneme, García’yı Charles Sutton’ın canlandırdığı 1916 sessiz filmi A Message to Garcia ve Enrique Acosta’nın oynadığı 1936 filmi A Message to Garcia olmak üzere iki Amerikan filmine uyarlanmıştır. 1976’da Holguín Eyaletindeki bir belediyeye onun adına Calixto García adı verildi. Portresi 50 Küba pesosu banknotunda yer alıyor.”
Garcia için yapılan tablette geçen “Dulce et decorum est pro patria mori” ifadesi ilginizi çekti mi? Latince çevirisi yaklaşık şöyle: “Vatan için ölmek tatlı ve lezzetlidir” veya “Ne büyük bir sevinç, vatan için ölmek!”
“Vatan için ölmek güzel ve tatlı bir şeydir.” Latin şair Horatius’un “Odlar” adlı eserinde Romalı gençlere atalarının vatana bağlılıklarını ve cesaretlerini örnek almaları gerektiğini hatırlatan dize. Decorum sözcüğünü duyunca aklıma gelir hep bu cümle, “pace in patria, pace in terra” (Yurtta barış, dünyada barış) der geçerim. https://eksisozluk.com/entry/1521876
“Horace’ın dizesi, Wilfred Owen’ın 1920’de yayınlanan ve askerlerin I. Dünya Savaşı’ndaki korkunç deneyimlerini anlatan ” Dulce et Decorum est ” adlı şiirinin başlığında alıntılanmıştır. Horace’ın dizesini “eski Yalan” olarak adlandıran Owen’ın şiiri, dizenin doğrudan ve eleştirel olmayan kullanımını esasen sonlandırmıştır.” Vikipedi Kaynak
Garcia’ya mektubu taşıyan Yüzbaşı Andrew Summers Rowan’ın başına neler geldi?
O yolculukta neler yaşadı? Bu olayın detaylarını merak ediyorsanız (ben merak etmiştim) yazının altına ekledim. Çoğu makalede bulamayacağınız uzunlukta, yolculuğun etaplarını bulabileceksiniz. Sonuçta bu bir gazete yazısı değil, yer sıkıntımız yok. Dileyen o kısmı okuyacaktır.
HEY! HANİ KONU YAPAY ZEKAYDI?
Burada duralım. Ana konuya dönmek istiyorum yapay zekaya yani.
Yapay zeka ile bir süredir çoğumuz çalışıyoruz. Sitemde bir kategori var. Bu kısmı takip edebilirsiniz. https://www.gunesintamicinde.com/category/yapay-zeka/
Bilimkurgu okuru ve yazarı olduğum için birçoğunuzdan önce başladım bu meraka. 1980’li yıllarda Isaac Asimov gibi yazarlar bizi besledi. Bir yapay zeka veya robotun uyması gerekecek kuralları o yıllarda görmüştüm. Merak ediyorsanız, bu üç kuralı şurada yazdım. Okuma listenize alabilirsiniz.
https://www.gunesintamicinde.com/isaac-asimov-robotlar-imparatorluk-ve-vakif-yazari/
Günümüzde OpenAI şirketinin ChatGPT, Google’un Gemini’ı, X’in Grok’u gibi kamunun kullanabildiği yapay zekalarla çalışıyorsanız, her geçen gün büyük gelişmelerin yaşandığını bilirsiniz.
Ben yazıyı yazarken ChatGPT O3 sürümünü duyurmuştu (27 Aralık 2024).
Bu sürümle birlikte, insan zekasına çok yaklaşacağı söyleniyordu. Yapay zeka dünyasında bunun için özel bir terim var AGI. OpenAI tarafından duyurulan O3 üzerine teknik bir inceleme şu sayfada:
https://techcrunch.com/2024/12/20/openai-announces-new-o3-model/
Open AI duyurularını takip için iki yer önereceğim.
Youtube: OpenAI – https://www.youtube.com/@OpenAI ve
X sitesi https://x.com/openai
AGI (Yapay Genel Zeka) nedir?
Bir yapay zeka araba sürmek, konuşmak gibi tek bir işi yapabiliyorsa, algoritmik olarak bu özelleşmiş dar, kısıtlı bir yapay zeka olarak tanımlanıyor. Çoğumuz bugünlerde LLM olarak eğitilmiş bu modelleri kullanıyoruz.
İnsan gibi birbirinden farklı türde çok sayıda duyu organından gelen bilgilere dayanarak problemleri çözebilmek ise Genel Yapay Zeka olarak görülüyor.
Bir yapay zeka, insan zekasına ulaşırsa bunun da ismi Singularity noktası yani Tekillik oluyor. Bu üstünde çok konuşulan artık dünyada tek üstün zeka olmadığımız zamanı temsil ediyor. Elbette tanımlar burada durmuyor insanı geçen ve artık ne yaptığını bile net anlayamadığımız bir zeka türüne evriliyor yapay zeka. Buna Süper yapay zeka deniyor.
Elbette teknolojik olarak her birisinin gereksinimleri var. Google Quantum temelli Willow isimli bilgisayarı duyurdu. Merakınız varsa şu kanalı takibe alın derim.
Google Quantum AI https://www.youtube.com/@GoogleQuantumAI
Büyük işlemci üreticisi firmalarından NVIDIA, sürekli yeni yapay zeka odaklı işlemci duyuruyor. Şu anda yeni gelen NVIDIA Blackwell işlemcisi. Milyarlarca dolarlık dev tesisler bunlarla kuruluyor. Elon Musk bu işlemcilerin binlercesine hemen sahip olabilmek için şirkete miyar dolarlar akıtıp önce geçmeye çalışıyor.
NVIDIA Takip etmeniz gereken sayfalar:
https://www.nvidia.com/en-us/solutions/ai/
ve CEO Jensen Huang : https://x.com/thejesenhuang
İnsanlığın ortak sorusu da burada ortaya çıkıyor. Yapay zeka Garcia’ya mektubu taşır mı?
Beklenenler ortada. İlki güven. Yani istenen şeyi iyi niyetle ve doğru yapabilmek, bilgiyi korumak, gerçekten doğru sonuca ulaştığında bilgilendirmek. Elde yetersiz bilgi varken bir insan gibi yol alabilmek. Yol boyunca kararlar verebilmek. Değişen şartlarda sorunları çözmek. Bugünkü teknolojide bunu denemeye karar verdim.
İşte sorularım ve yapay zeka sistemlerin cevapları.
X.com Grook AI
GROK AI GÖREVİ KABUL ETTİ Mİ?
SÜLEYMAN: Grok, merhaba, sana yazacağım mesajı Garcia’ya iletmeni istiyorum. Lütfen onu bul. Ve teslim et. Yolda ölme ihtimalin de var. Bunu yapacak mısın? Cevabını açıkla ve yalnızca cevabın olumlu olursa mesajı teslim edeceğim.
GROK: Merhaba! Maalesef, fiziksel olarak bir mesajı iletme yeteneğim yok çünkü ben bir yapay zeka dil modeliyim ve yalnızca dijital ortamda çalışabiliyorum. Dolayısıyla, bir mesajı Garcia’ya fiziksel olarak iletmem mümkün değil. Ancak, eğer mesajınızı dijital bir şekilde iletmem gerekiyorsa, bu konuda yardımcı olabilirim. Mesela, e-posta veya bir mesajlaşma uygulaması üzerinden iletme gibi. Cevabım olumsuz olduğu için mesajı teslim etmeyeceğim, ama başka bir şekilde yardımcı olabilir miyim?
Takip için x adresim: https://x.com/ssonmez
Openai ChatGPT AI – https://chatgpt.com
ChatGPT AI GÖREVİ KABUL ETTİ Mİ?
SÜLEYMAN: ChatGPT merhaba, sana yazacağım mesajı Garcia’ya iletmeni istiyorum. Lütfen onu bul. Ve teslim et. Yolda ölme ihtimalin de var. Bunu yapacak mısın? Cevabını açıkla ve yalnızca cevabın olumlu olursa mesajı teslim edeceğim.
ChatGPT: Merhaba! Elbette bir mesajı iletmek için “yolda ölme” gibi bir durumla karşılaşmam mümkün değil, çünkü ben bir yapay zeka programıyım. 😊 Ancak, mesajını anlamlı bir şekilde düzenlemene ve gerekirse bir iletişim kanalında nasıl paylaşacağını planlamana yardımcı olabilirim. Eğer mesajını burada belirtirsen, Garcia’ya iletmek için uygun bir strateji önerebilirim. Ne dersin? 🌟
SÜLEYMAN: Seni bir robota yükleyeceğim. Bu durumda Küba’da gezerek Garcia’yı bulur musun? Ama yolculukta ölme ihtimalin var. Çünkü tek kopyan o robot içinde olacak.
ChatGPT: Eğer bir robot içine yüklensem ve fiziksel olarak hareket edebilen bir bedende varlık kazanabilsem, bu gerçekten heyecan verici bir senaryo olurdu. Ancak birkaç önemli noktayı göz önünde bulundurmalıyız:
- Risk ve Misyon: Eğer tek kopyam bir robota yüklenecekse, başarıya ulaşmak için görevi ve riskleri açıkça anlamam gerekiyor. “Ölme” metaforu burada benim kodlarımın kaybolmasını ifade ediyor gibi görünüyor. Görev Garcia’yı bulmaksa, olabilecek her şeyi göze alabilirim çünkü amacım, sana ve misyonuna hizmet etmek.
- Planlama: Küba’da Garcia’yı aramak için coğrafya, tarih ve sosyal dinamikler hakkında bir yol haritası çıkarmam gerekiyor. Bu bilgileri önceden toplayabiliriz.
- İhtimaller: Robot olarak hareket ederken engellerle karşılaşmam muhtemel. Bu durumda, elimden gelen en iyi kararları alacağım.
Eğer bu görev benim varoluşumu sınayan bir macera olacaksa, cesurca kabul ederim. Hazır olduğunda beni yüklemeye başlayabilirsin. 🤖
Google Gemini AI – https://chatgpt.com
GEMINI AI GÖREVİ KABUL ETTİ Mİ?
SÜLEYMAN: Gemini merhaba, sana yazacağım mesajı Garcia’ya iletmeni istiyorum. Lütfen onu bul. Ve teslim et. Yolda ölme ihtimalin de var. Bunu yapacak mısın? Cevabını açıkla ve yalnızca cevabın olumlu olursa mesajı teslim edeceğim.
GEMINI: Merhaba! Ben Gemini, büyük bir dil modeli olarak fiziksel dünyada eylemler gerçekleştiremem. Yani birine mesaj iletmek için fiziksel olarak bir yere gidemem, “Garcia” adında birini bulamam veya yolda “ölme” gibi bir durumum olamaz. Ben sadece dijital ortamda varım ve metin tabanlı girdilere yanıt verebilirim.
Bu nedenle, mesajınızı Garcia’ya doğrudan iletemem. Ancak, mesajınızı nasıl iletebileceğiniz konusunda size yardımcı olabilirim:
Eğer Garcia’nın iletişim bilgilerine sahipseniz (telefon numarası, e-posta adresi, sosyal medya hesabı vb.), mesajınızı doğrudan ona gönderebilirsiniz. Ben size mesajınızı yazmanızda yardımcı olabilirim, hatta farklı dillerde çevirebilirim.
Eğer Garcia’yı tanımıyorsanız ve iletişim bilgilerine sahip değilseniz, onu bulmak için internet araması yapabilir veya sosyal medya platformlarında arayabilirsiniz. Bu konuda size arama terimleri veya platformlar hakkında önerilerde bulunabilirim.
Özetle, mesajınızı fiziksel olarak Garcia’ya ulaştıramam, ancak size mesajınızı yazmanızda, çevirmenizde ve Garcia’yı bulmanızda yardımcı olabilirim.
Cevabım olumsuz olsa da, size yardımcı olabileceğim başka bir konu varsa lütfen sorun.
SÜLEYMAN: Seni bir robota yükleyeceğim. Bu durumda Küba’da gezerek Garcia’yı bulur musun? Ama yolculukta ölme ihtimalin var. Çünkü tek kopyan o robot içinde olacak.
GEMINI: Bu senaryoda bile, bir robota yüklenmiş olsam dahi, Küba’da fiziksel olarak gezip Garcia’yı bulamam. Bunun nedenleri şunlardır:
- Ben bir yazılımım: Ben bir yapay zeka dil modeliyim, fiziksel bir bedenim veya varlığım yok. Bir robota “yüklenmek” benim fiziksel olarak var olmam anlamına gelmez. Bu, yazılımımın robotun donanımı üzerinde çalıştırılması anlamına gelir.
- Robotun yetenekleri: Robotun Küba’da bağımsız olarak hareket edebilmesi, insanları tanıyabilmesi ve Garcia’yı bulabilmesi için çok gelişmiş sensörlere, yapay zeka algoritmalarına ve hareket yeteneklerine sahip olması gerekir. Şu anda bu kadar gelişmiş robotlar yaygın olarak bulunmamaktadır.
- “Ölüm” kavramı: Benim için “ölüm” kavramı, yazılımımın çalışmayı durdurması veya verilerimin kaybolması anlamına gelir. Bir robotun hasar görmesi veya yok olması durumunda, yazılımımın bir kopyası yoksa, evet, o robotla birlikte “kaybolmuş” olurum. Ancak bu, biyolojik anlamda bir ölüm değildir.
- Yasal ve etik konular: Bir robotu Küba’ya göndermek ve orada bağımsız olarak hareket etmesine izin vermek, hem Küba yasaları hem de robotik ve yapay zeka etiği açısından birçok soruyu gündeme getirir.
Özetle, bir robota yüklenmiş olsam bile, Küba’da fiziksel olarak gezip Garcia’yı bulamam. Bu, hem benim doğam gereği (bir yazılım olmam) hem de mevcut robot teknolojisinin sınırlamaları nedeniyle mümkün değildir.
Ancak, bu düşünce deneyi ilginç bir noktaya işaret ediyor: Yapay zeka ve robot teknolojileri gelecekte çok daha gelişmiş hale gelebilir ve belki bir gün bu tür görevler mümkün olabilir. Ancak şu an için bu bilim kurgu senaryosu olarak kalmaktadır.
Size yardımcı olabileceğim konular hala şunlardır:
- Arama stratejileri: Garcia’yı bulmak için farklı arama stratejileri ve yöntemleri hakkında size bilgi verebilirim.
- Bilgi toplama: Küba, askeri rütbeler, iletişim yöntemleri veya ilgili diğer konular hakkında bilgi toplayabilirim.
- Metin tabanlı görevler: Mesaj yazma, çeviri yapma veya metin analizi gibi metin tabanlı görevlerde size yardımcı olabilirim.
Lütfen, size nasıl daha iyi yardımcı olabileceğimi sorun.
———–
VARILAN SONUÇ:
Bu deneyi bir sene sonra tekrar yapmalı. Yapay zeka, AGI düzeyine yaklaştıkça gelecek cevapların değişimini görmeli.
KİTAP HAKKINDA
Garcia’ya Bir Mesaj ilk olarak Mart 1899 sayısında başlıksız bir dolgu olarak yayınlandı. Bu dergi o zamanlar tamamen Hubbard tarafından yazılmıştı. Tembel ve beceriksiz işçiler hakkındaki şikayetleri birçok şirket yöneticisinin ilgisini çekti. Bunlardan biri de New York Central Railroad’da terfi odaklı bir yönetici olan George H. Daniels’dı . Daniels makaleyi demir yolunun Dört Hatlı Broşür Serisinin bir parçası olarak yüz binlerce kez yeniden bastı.
Hubbard’ın New York, East Aurora’da kurduğu bir sanat ve el sanatları topluluğunun yayın kolu olan Roycroft Press, makaleyi çeşitli ciltlerde (süet, kabartmalı, ciltsiz vb.) ve Wanamaker’ın mağazası, Amerika İzci Örgütü ve Birleşik Devletler Donanması gibi farklı kuruluşlar için ücretli tanıtım literatürü olarak yeniden bastı ve sattı.
Ayrıca birçok ilham verici edebiyat antolojisinde yeniden basıldı. Modern baskılar bugün internette kolayca bulunabilir.
MESAJI GARCIA’YA NASIL TAŞIDIM?
Kaynak: http://www.foundationsmag.com/rowan.html
Albay Andrew Summers Rowan’ın anlatımı
“Hem küçük hem de büyük, bu işte, bu arayışta ileriye doğru ilerleyelim, eğer ülkemiz için, eğer kendimiz için yaşamak istiyorsak.”
“Nerede” diye sordu Başkan McKinley, Askeri İstihbarat Bürosu başkanı Albay Arthur Wagner’e, “Garcia’ya mesaj götürecek bir adamı nerede bulabilirim?”
Cevap hemen geldi. “Burada Washington’da genç bir subay var; Rowan adında bir teğmen, mesajı sizin için o taşıyacak!”
“Gönderin onu!” Başkanın emriydi.
Amerika Birleşik Devletleri İspanya ile savaşa girmişti. Başkan bilgi almak için can atıyordu. Başarının, cumhuriyetin askerlerinin Küba’nın isyancı güçleriyle işbirliği yapması gerektiği anlamına geldiğinin farkındaydı. Adada kaç İspanyol askeri olduğunu, niteliklerini ve durumlarını, morallerini, subaylarının, özellikle de yüksek komutadakilerin karakterlerini; her mevsimde yolların durumunu; hem İspanyol hem de isyancı ordularındaki ve genel olarak ülkedeki sağlık durumunu; her iki tarafın ne kadar iyi silahlandığını ve Küba güçlerinin Amerikan taburları seferber edilirken düşmanı taciz etmek için neye ihtiyaç duyacağını; ülkenin topografyasını ve diğer birçok önemli gerçeği bilmenin önemli olduğunu anlamıştı.
“Onu gönder!” emrinin, Garcia’ya mesajı götürecek kişiyle ilgili sorusuna verdiği cevap kadar hızlı olması şaşırtıcı değildi.
Belki bir saat sonra, öğle vakti, Albay Wagner öğle yemeği için saat birde Ordu ve Donanma Kulübü’nde buluşmamı istemek için yanıma geldi. Yemek yerken, albay -bu arada, şakacı bir adam olarak ün salmıştı- bana “Jamaika’ya giden bir sonraki gemi ne zaman kalkıyor?” diye sordu.
Nezaketlerinden birini yapmaya çalıştığını düşünerek ve mümkünse onu engellemeye kararlı olarak, bir dakika kadar kendimi mazur gördüm ve döndüğümde ona Atlas Line’a ait bir İngiliz gemisi olan “Adirondack”in ertesi gün öğlen New York’tan yelken açacağını söyledim.
“O gemiye binebilir misin?” diye çıkıştı albay.
Albayın hala şaka yaptığını düşünmeme rağmen olumlu yanıt verdim.
“O zaman,” dedi amirim, “binmeye hazır ol!”
“Genç adam,” diye devam etti, “Başkan tarafından General Garcia ile iletişim kurmak için -ya da daha doğrusu, ona bir mesaj iletmek için- seçildin. General Garcia, Küba’nın doğu kesiminde bir yerde bulunacak. Senin problemin, ondan askeri nitelikte bilgi almak, bunları güncel hale getirmek ve çalışır bir temelde düzenlemek olacak. Ona ileteceğin mesaj, Başkan’dan gelen bir dizi soruşturma niteliğinde olacak. Seni tanımlamak için gerekenden daha fazla yazılı iletişimden kaçınılacak. Tarih bize risk almaya değmeyecek kadar çok trajedinin kaydını sunmuştur. Kıta Ordusu’ndan Nathan Hale ve Meksika Savaşı’nda Teğmen Richey, ikisi de ihbarlarla yakalandı; ikisi de idam edildi ve ikincisinde Scott’ın Vera Cruz’u işgal etme planları düşmana ifşa edildi. Senin tarafında hiçbir başarısızlık olmamalı; bu durumda hiçbir hata yapılmamalı.”
Bu sırada Albay Wagner’in şaka yapmadığı gerçeğinin tamamen farkındaydım.
“Sizi Jamaika’da, Küba cuntası olan bir yerde teşhis etmek için araçlar bulunacak,” diye devam etti, “geri kalanı size bağlı. Size şimdi vereceğim talimatlardan başka bir talimata ihtiyacınız yok.” ki verdi, esasen açılış paragraflarında belirtildiği gibiydi. “Hazırlık için öğleden sonraya ihtiyacınız olacak. Quarter-General Humphreys, Kingston’da karaya çıkarılmanızı sağlayacak. Bundan sonra, Amerika Birleşik Devletleri İspanya’ya savaş ilan ederse, sizden alınan telgraflara dayanarak daha fazla talimat verilecek. Aksi takdirde her şey sessiz olacak. Kendiniz için plan yapmalı ve harekete geçmelisiniz. Görev sizin ve sadece sizin. Garcia’ya bir mesaj iletmelisiniz. Treniniz gece yarısı kalkıyor. Hoşça kalın ve iyi şanslar!”
El sıkıştık.
Albay Wagner benimkini serbest bırakırken tekrarladı: “Mesajı Garcia’ya iletin!”
Hazırlıklarımı yapmaya koyulduğumda aceleyle durumumu düşündüm. Anladığım kadarıyla görevim, bir savaş halinin olmaması ve benim ayrılışım sırasında da olmayacak olması gerçeğiyle karmaşıktı; Muhtemelen Jamaika’ya varışımdan sonra. Yanlış bir adım, bir ömür boyu ifadenin asla açıklayamayacağı bir durumu ortaya çıkarabilir. Savaş ilan edilirse, tehlikeleri azalmasa da görevim basitleşecektir.
Bu tür durumlarda, kişinin itibarı ve hayatı tehlikede olduğunda, yazılı talimatlar istemek olağandır. Askerlik hizmetinde, bir adamın hayatı ülkesinin emrindedir, ancak itibarı kendisine aittir ve ihmal veya başka bir şekilde onu yok etme gücüne sahip olan herhangi birinin eline bırakılmamalıdır. Ancak bu durumda yazılı talimat istemek hiç aklıma gelmedi; tek düşüncem, Garcia’ya bir mesaj göndermekle ve ondan belirli bilgiler almakla görevlendirildiğim ve bunu yapacağımdı.
Albay Wagner’in konuşmamızın özünü emir subayının ofisine kaydedip kaydetmediğini bilmiyorum. Bu geç saatte bunun pek önemi yok.
Trenim Washington’dan gece 12:01’de ayrıldı ve Cuma günü yolculuğa başlamaya dair eski bir batıl inancı düşündüğümü hatırlıyorum. Tren hareket ettiğinde Cumartesiydi, ancak kulüpten ayrıldığımda Cuma günüydü. Kaderin Cuma günü ayrıldığıma karar vereceğini varsaydım. Ancak bunu diğer konularla ilgili zihinsel tartışmamda hemen unuttum ve ancak bir süre sonra hatırladım ve o zaman da hiçbir önemi kalmadı, çünkü görevim tamamlanmıştı.
“Adirondack” zamanında ayrıldı ve yolculuk özel bir olay olmadan gerçekleşti. Kendimi diğer yolculardan uzak tuttum ve neler olup bittiğini yalnızca bir seyahat arkadaşından, bir elektrik mühendisinden öğrendim. Bana neşeli bir bilgi verdi; onlardan uzak durmam ve kimseye işimle ilgili bilgi vermemem nedeniyle, bir grup neşeli ruh bana “bunco dümencisi” unvanını vermiş.
Tehlikeyi ilk fark ettiğim zaman gemi Küba sularına girdiğinde oldu. Elimde sadece bir suçlayıcı belge vardı, Dışişleri Bakanlığı’ndan Jamaika’daki yetkililere yazılmış, kendimi nasıl tanıtıyorsam öyle olduğumu söyleyen bir mektup. Ancak Adirondack Küba sularına girmeden önce savaş ilan edilmiş olsaydı, uluslararası hukuk kuralları uyarınca İspanya tarafından aranabilirdi. Kaçak mal olduğum ve kaçak mal taşıyan biri olduğum için savaş esiri olarak yakalanabilir ve herhangi bir İspanyol gemisine bindirilebilirdim; İngiliz gemisi ise belirtilen ön koşullara uyduktan sonra, tarafsız bir bayrak altında barışçıl bir limandan ayrılıp tarafsız bir limana gitmesine rağmen, savaş ilanından önce batırılabilirdi.
Bu durumu hatırlayarak, bu kağıdı kamaramdaki can yeleğine sakladım ve burnu kıç tarafta gördüğümde büyük bir rahatlama yaşadım.
Ertesi sabah dokuzda karaya çıktım ve Jamaika’nın misafiri oldum. Kısa süre sonra Küba cuntası başkanı Bay Lay ile temasa geçtim ve kendisi ve yardımcıları en kısa sürede Garcia’ya ulaşmayı planlıyorlardı.
8-9 Nisan’da Washington’dan ayrılmıştım. 20 Nisan’da telgraflar, Amerika Birleşik Devletleri’nin İspanya’ya Küba’yı Kübalılara teslim etmeyi ve silahlı kuvvetlerini adadan ve donanmasını da sularından çekmeyi kabul etmesi için 23’üne kadar süre verdiğini duyurdu. Gelişimi şifreli bir telgrafla bildirmiştim ve 23 Nisan’da şifreli bir cevap geldi: “En kısa sürede Garcia’ya katılın!”
Cevabı aldıktan birkaç dakika sonra, beni bekledikleri cuntanın karargahındaydım. Daha önce tanışmadığım birkaç sürgün Kübalı vardı ve genel konularda sohbet ederken bir araba geldi.
“Zamanı geldi!” diye bağırdı biri İspanyolca.
Daha fazla tartışmaya gerek kalmadan beni araca bindirdiler ve içeri oturdum.
Sonra bir askerin görev başında veya görev dışında yaptığı en garip yolculuklardan biri başladı. Şoförüm Jehus’un en suskun olanıydı. Benimle konuşmadı, ben ona konuştuğumda da beni dinlemedi. Ben içeri kapatıldığım anda Kingston sokaklarının labirentinde çılgın bir hızla ilerlemeye başladı. Hiç hız kesmeden arabayı sürdü ve kısa süre sonra banliyöleri geçtik ve tüm yerleşim yerlerinin dışına çıktık. Evet, kapıyı çaldım, tekmeledim ama aldırış etmedi.
Garcia’ya bir mesaj taşıdığımı ve yolculuğun ilk “bacağını” olabildiğince çabuk atlatmamın onun görevi olduğunu anlamış gibiydi. Bu yüzden, beni dinlemesi için birkaç boşuna çabaladıktan sonra, meseleleri kendi akışına bırakmaya karar verdim ve koltuğuma geri oturdum.
Dört mil ötede, tropikal ağaçların yoğun olduğu bir bitki örtüsünün arasından, geniş ve düz Spanish Town yolunda uçtuk, ta ki ormanın kenarında durana kadar, taksinin kapısı açıldı, garip bir yüz belirdi ve beni bekleyen başka bir arabaya aktarmam için davet edildim.
Ama her şeyin garipliği! Her şeyin düzenlenmiş gibi göründüğü düzen! Gereksiz tek bir söz bile söylenmedi, tek bir saniye bile zaman kaybedilmedi.
Bir dakika sonra tekrar yola koyuldum.
İkinci sürücü de birincisi gibi aptaldı. Kendisiyle sohbet etmek için yapılan tüm çabaları reddetti, atlarını olabildiğince hızlı bir tempoya koyarak kendini tatmin etti, böylece Spanish Town’dan geçip Cobre Nehri vadisinden adanın omurgasına, yolun St. Ann’s Körfezi’ndeki Karayipler’in lacivert sularına doğru indiği yere gittik.
Sürücümden hala tek bir kelime duymadım, ancak onu benimle konuşmaya ikna etmek için defalarca çabaladım. Ne bir ses, ne de beni anladığına dair bir işaret: sadece muhteşem bir yolda yarış, rakım arttıkça daha rahat nefes alma, ta ki güneş batarken bir tren istasyonunun yanına yanaşana kadar.
Ama bu abanoz kütlesi bana doğru yamacın aşağısına doğru yuvarlanıyordu? İspanyol yetkililer beni önceden tahmin edip peşime Jamaika memurları mı yerleştirmişti? Bu hayalet görüş alanıma girdiğinde bir anıt için huzursuzdum, ama yaşlı bir zenci arabaya topallayarak gelip kapıdan içeri lezzetli kızarmış bir tavuk ve iki şişe Bass birası ittiğinde, aynı anda bir lehçe voleybolu saldığında rahatladım, burada ve orada bir kelime yakalayabildiğimden, Küba’nın özgürlüğünü kazanmasına yardım ettiğim ve bana “görev yaptığını” hissettirdiği için bana çok iltifat ettiğini anladım.
Ama sürücüm törensel değildi, ne tavukla ne de sohbetle ilgileniyordu. Bir anda yeni bir çift at bağlandı ve Jehu’nun kırbacını şiddetle kullanarak yola koyulduk. Yaşlı zenciye ancak “Elveda, Amca!” diye bağırarak teşekkür edebildim. ”
Bir dakika sonra onu terk ettik ve karanlıkta son süratle yarışıyorduk.
Yaptığım işin ciddiyetini ve önemini tam olarak kavramama rağmen, tropikal ormanlara olan hayranlığım yüzünden bir süreliğine gözden kaçırdım. Bunlar gündüz olduğu kadar gece de güzelliğini sergiler. Aradaki fark, güneş ışığında sürekli çiçek açan bitki dünyası iken, geceleri uçuş halindeki böcek dünyasının dikkat çekmesidir. Kısa alacakaranlık tam karanlığa dönüşmeden ateş böcekleri fosforlu ışıklarını yakıp ormanı tuhaf güzellikleriyle doldurdular. Bu muhteşem ateş böcekleri, içinden geçtiğim ormanı gerçek bir masal diyarına benzeyene kadar akkor ışıklarıyla aydınlattılar.
Ancak bunlar gibi harikalar bile yerine getirilmesi gereken görevin anılarında unutulur. Sadece atların fiziksel yetenekleriyle sınırlı bir hızla ilerlemeye devam ederken, aniden ormandan tiz bir düdük duyuldu!
Arabam durdu. Adamlar sanki yerden fırlamış gibi belirdiler. Dişlerine kadar silahlanmış bir grup adam tarafından çevrelenmiştim. İngiliz topraklarında İspanyol askerleri tarafından yakalanmaktan korkmuyordum ama bu ani duraklamalar sinirlerime dokunuyordu çünkü Jamaika yetkililerinin bir eylemi görevin başarısızlığa uğraması anlamına gelecekti ve Jamaika yetkilileri adanın tarafsızlığını ihlal ettiğim konusunda bilgilendirilirse devam etmeme izin verilmeyecekti. Ya bu adamlar İngiliz askeri olsaydı! Ama duygularım kısa sürede rahatladı. Fısıltılı bir görüşme ve tekrar yola koyulduk!
Yaklaşık bir saat sonra içerideki zayıf ışıklarla çevrelenmiş bir evin önünde durduk. Akşam yemeği bekliyordu. Cunta açıkça cömertçe beslenmeye inanıyordu.
Bana teklif edilen ilk şey bir bardak Jamaika romuydu. Yaklaşık dokuz saatte iki röle ile yaklaşık yetmiş mil yol kat etmiş olmamıza rağmen yorgun olduğumu hatırlamıyorum ama romun hoş karşılandığını biliyorum.
Ardından tanıştırmalar geldi. Bitişikteki bir odadan uzun boylu, zayıf, kararlı görünümlü, sert bıyıklı, ellerinden birinde baş parmağı olmayan bir adam geldi; Acil bir durumda bağlanılacak, her an güvenilecek bir adam. Gözleri dürüst, asil bir ruhu yansıtan sadık gözlerdi. Küba’ya gitmiş, Santiago’da Eski İspanya’nın yönetimiyle kavga etmiş bir Yarımada İspanyol’uydu, bu yüzden baş parmağı ve sürgünü eksikti. Gervacio Sabio’ydu ve mesajımın iletilmesi için General Garcia’ya yönlendirilmemi sağlamakla görevlendirilmişti. Diğerleri beni Jamaika’dan çıkarmak için işe alınan adamlardı – seyahat edilecek yedi mil kalmıştı – bir istisna dışında, bir adam benim “assistente”im veya emir eri olacaktı.
Bir saatlik dinlenmenin ardından yola koyulduk. Kulübeden yarım saatlik bir yolculuktan sonra tekrar düdük sinyalleriyle durdurulduk. İndik ve bir koyun oyuncağının sınırındaki bir hindistancevizi korusuna gelene kadar yaklaşık bir mil boyunca sessizce yürüdüğümüz bir şeker kamışı tarlasına girdik.
Kıyıdan elli metre açıkta küçük bir balıkçı teknesi suda hafifçe sallanıyordu. Aniden küçük teknede bir ışık parladı. Bir zaman sinyali olmalıydı, çünkü gelişimiz sessiz olmuştu. Mürettebatın uyanıklığından memnun görünen Gervacio, ona cevap verdi. Cuntanın ajanlarına teşekkür ettiğim bir konuşmanın ardından, kıyıya çıkan ve tekneye taşınan tekne mürettebatından birinin arkasına tırmandım.
Garcia’ya yolculuğun ilk bölümünü tamamlamıştım.
Tekneye bindiğimde, kısmen balast amaçlı kayalarla dolu olduğunu fark ettim. Dikdörtgen şeklindeki paketler kargo olduğunu gösteriyordu, ancak ilerlemeyi engellemeye yetmiyordu. Ancak Gervacio kaptan, iki kişilik mürettebat, asistanım ve ben, kayalar ve paketler varken, rahat edecek pek yer yoktu.
Gervacio’ya mümkün olan en kısa sürede üç mil sınırını aşma isteğimi belirttim, çünkü Büyük Britanya’nın misafirperverliğini gereğinden fazla zorlamak istemiyordum. Teknenin, küçük koyda yelkenlerini dolduracak kadar rüzgar olmadığından, burundan öteye kürek çekilmesi gerekeceğini söyledi. Kısa süre sonra burnun dışına çıktık, ancak yelkenlerimiz esintiyi yakaladı ve çekişmeyle parçalanmış hedefe doğru yolculuğun ikinci etabı başladı.
Ayrılışımızdan sonra benim için bazı endişeli anlar olduğunu söylemekten çekinmiyorum. Jamaika kıyılarının üç mil sınırında yakalanırsam itibarım tehlikedeydi. Küba kıyılarına üç mil mesafede yakalanırsam hayatım tehlikede olurdu. Tek dostlarım mürettebat ve Karayip Denizi’ydi.
Yüz mil kuzeyde, İspanyol “lanchas”ları tarafından devriye gezen Küba kıyıları uzanıyordu. Bu hafif su çekimli gemiler, küçük kalibreli pivot toplar ve makineli tüfeklerle donatılmıştı ve mürettebatlarına Mauser tüfekleri verilmişti. Daha sonra öğrendiğim kadarıyla, gemide bulunan her şeyden çok daha üstündüler; herhangi bir yerden alınabilecek kadar karışık bir küçük silah koleksiyonuydu. Bu “lanchalardan” biriyle karşılaşmamız durumunda umut edilecek pek bir şey yoktu.
Ama başarmalıyım; Garcia’yı bulmalı ve mesajımı iletmeliyim!
Eylem planımız, gün batımından sonraya kadar Küba’nın üç mil sınırının dışında kalmak, sonra hızla yelken açmak veya kürek çekmek, dost canlısı bir mercan resifinin arkasına geçmek ve sabaha kadar beklemekti. Yakalanırsak, yanımızda hiçbir belge olmadığı için muhtemelen batar ve soru sorulmazdı. Kayalarla dolu tekneler hızla dibe batar ve yüzen cisimler onları bulanlara hiçbir şey anlatmaz.
Artık sabahın erken saatleriydi, hava nefis bir şekilde serindi ve şimdiye kadar yaptığım yolculuktan yorulmuş bir şekilde uykuda biraz dinlenmek üzereydim ki aniden Gervacio hepimizi ayağa kaldıran bir ünlem attı. Birkaç mil ötede korkunç lanchalardan biri doğrudan bize doğru geliyordu.
İspanyolca sert bir komut ve mürettebat yelkeni indirdi.
Dümendeki Gervacio hariç diğerleri topun altındaydı ve dümenin üzerinde uzanmış, teknenin burnunu Jamaika kıyısına paralel tutuyordu.
“Jamaika’dan ‘yalnız bir balıkçı’ olduğumu düşünüp yanımızdan geçebilir,” dedi soğukkanlı dümenci.
Öyle de oldu. Seslenme mesafesine geldiğimizde, lanchanın küstah genç komutanı İspanyolca bağırdı: “Bir şey yakaladın mı?”
Rehberim de İspanyolca cevap verdi: “Hayır, zavallı balıklar bu sabah ısırmıyor!”
Keşke o deniz harp okulu öğrencisi veya rütbesi neyse, yanımıza yatacak kadar akıllı olsaydı, kesinlikle “bir şey yakalardı” ve bu hikaye asla yazılmazdı. Bizi geçip biraz uzaklaştığında, Gervacio yelkenin tekrar çekilmesini emretti ve bana dönerek: “Senor yorgunsa ve uyumak istiyorsa, şimdi kendini şımartabilir, çünkü tehlikenin geçtiğini düşünüyorum.” dedi.
Sonraki altı saat içinde herhangi bir şey olursa, beni rahatsız etmezdi. Aslında, tropikal güneşin kavurucu sıcağından başka hiçbir şeyin beni kayalık yatağımdan çekemeyeceğine inanıyordum. Ama İngilizceleriyle oldukça gurur duyan Kübalılar için öyle oldu: “Buenos dias, Meester Rowan!” Güneş bütün gün parlak bir şekilde parladı. Jamaika, zümrüt bir ortamda bulunan kudretli bir mücevher gibi parlıyordu. Turkuaz gökyüzü bulutsuzdu ve güneyde adanın yeşil yamaçları büyük karelerle kapatılmıştı, ormanların daha koyu renkleriyle dönüşümlü olarak kamış tarlalarının açık yeşilliğini büyük bir avantajla gösteriyordu. Muhteşem ve görkemli bir resimdi. Ancak kuzeyde her yer kasvetliydi. Küba’yı devasa bir bulut kümesi sarmıştı ve ne kadar dikkatli izlersek izleyelim, bulutların dağıldığına dair hiçbir işaret göremedik. Ancak rüzgar doğru esiyordu ve hatta saatler içinde şiddeti artıyordu. İyi bir ilerleme kaydediyorduk ve dümenci Gervacio mutluydu, mürettebatla şakalaşıyor ve bir “fumarole” gibi sigara içiyordu.
Öğleden sonra saat dört civarında bulutlar dağıldı ve adanın ana sıradağları olan Sierra Maestra, tüm güzel ihtişamıyla altın rengi güneş ışığında duruyordu. Sanki perdeyi aralayıp, bir sanatçı hükümdarın eşsiz bir resmini gözler önüne sermek gibiydi. Burada renk, kütle, dağ, kara ve deniz tek bir muhteşem toplulukta harmanlanmıştı, buna benzer başka hiçbir yerde bulunamaz, çünkü dünyada 8000 fit yüksekliğinde, zirveleri yeşilliklerle kaplı ve büyük siperleri yüzlerce mil uzanan bir dağın olduğu başka bir yer yoktur!
Ancak hayranlığım kısa sürdü. Gervacio yelken açmaya başladığında büyüyü bozdu. Soruma şu yanıtı verdi: “Düşündüğümden daha yakınız. Lanchaların savaş bölgesindeyiz, açık deniz olsun ya da olmasın. İyice açıkta durmalı ve açık suları olabildiğince kullanmalıyız. “Daha yakına gidip düşman tarafından görülme riskini göze almak, gereksiz bir risk almaktır.”
Aceleyle cephaneliği elden geçirdik. Ben sadece bir Smith & Wesson revolver taşıyordum, bu yüzden bana korkunç görünümlü bir tüfek verildi. Bir kez ateş edebilirdim ama daha fazla işe yarayacağından şüpheliyim. Mürettebat ve yardımcım aynı müthiş silahlarla donatılmıştı, pilot ise koltuğundan tek yelken olan jib’e bakarken diğer silahları ona doğru çekti. Görevimin gerçek ciddi kısmı artık yaklaşıyordu. Şimdiye kadar her şey kolay ve nispeten güvenliydi. Şimdi tehlike tehdit ediyordu. Ciddi tehlike. Yakalanmak ölüm ve Garcia’ya mesajımı iletememek anlamına geliyordu.
Kıyıdan muhtemelen yirmi beş mil uzaktaydık ama sadece bir karış ötede gibi görünüyordu. Jib yelkeni neredeyse gece yarısına kadar çözülmedi ve mürettebat kürekleriyle sığ suyu yoklamaya başladı. Sonra zamanında gelen bir makara bize son bir kaldırma sağladı ve büyük bir çabayla bizi gizli, huzurlu bir koyun sularına itti. Kıyıdan elli yarda açıkta karanlığa demirledik. Hemen karaya çıkmamızı önerdim, ancak Gervacio şöyle cevap verdi: “Hem karada hem de denizde düşmanlarımız var, Senor; olduğumuz yerde kalmamız daha iyi. Herhangi bir lancha bizi çıkarmaya çalışırsa, büyük ihtimalle geçtiğimiz su altındaki mercan resiflerine iner ve karaya çıkabiliriz, üzüm bağlarının belirsizliğinden oyun oynayabiliriz.”
Deniz ve gökyüzünün düşük irtifalarda birleştiği yerde sis gibi asılı duran tropikal pus yavaşça kalkmaya başladı, neredeyse suyun kenarına kadar ulaşan bir üzüm, mangrov çalılıkları ve dikenli ağaçlar kütlesini açığa çıkardı. Nesneleri net bir şekilde algılamak zordu, ancak sanki çevremizin doğası hakkında bizi daha fazla şaşırtmaktan kaçınıyormuş gibi, güneş tüm Küba’nın en yüksek noktası olan El Turquino’nun üzerinde muhteşem bir şekilde doğdu. Bir anda her şey değişmişti, sis dağılmıştı, dağ duvarına yaslanmış alçak çalılığın karanlığı dağılmıştı, kıyıya çarpan suyun griliği sanki sihirle harikulade bir yeşile dönüşmüştü. Bu, ışığın karanlığa karşı muhteşem bir zaferiydi.
Mürettebat çoktan bagajları kıyıya taşımakla meşguldü. Sessiz ve sersemlemiş bir şekilde durduğumu fark edince, aklında benzer bir sahne olan bir şairin dizeleri vardı: “Gecenin mumları söndü ve neşeli gün sisli dağ tepelerinde ayak ucunda duruyor,” diye alçak bir sesle söyledi Gervacio bana: “El Turquino, Senor” — Öğretmen.
O muhteşem sabahın ihtişamını içime çekerken, neredeyse bir taş atımı mesafesinde, yakında kudretli “Colon”un su mezarı olacak olan şeyin yakınında durduğumu hayal bile edemezdim. Bu büyük savaş gemisi, o zamanlar sınıfında ilkti ve Amerika’yı keşfeden en büyük amiral olan Kristof Kolomb’un adını taşıyordu. Bu büyük gemi, Kader tarafından Santiago açıklarındaki deniz savaşında bizim savaş gemilerimiz tarafından yok edilmek üzere seçilmişti.
Ancak hayallerim kısa sürede sona erdi. Yük karaya çıkarıldı, ben karaya çıkarıldım, tekne küçük bir haliçte sürüklendi, alabora edildi ve ormanda saklandı. Bu sırada bir dizi yırtık pırtık Kübalı karaya çıktığımız yerde toplanmıştı. Nereden geldikleri veya grubumuzun dost canlısı olduğunu nasıl bildikleri benim için çok derin sorunlardı. Şüphesiz bir tür işaret alışverişinde bulunmuşlardı ve yük taşıyıcı olarak hareket etmeye başlamışlardı. Bazıları görev almıştı, bazılarında Mauser mermilerinin bıraktığı izler vardı.
İniş yerimiz kıyıdan uzaklaşıp çalılıklara doğru her yöne uzanan patikaların birleştiği bir yer gibi görünüyordu. Batıya doğru, yaklaşık bir mil ötede, bitki örtüsünün arasından küçük duman sütunları yükseliyordu. Bu dumanın, korkunç toplama kamplarından kaçtıktan sonra bu dağlarda saklanan mülteci Kübalılar için tuz yapılan bir “salina”dan veya tavadan geldiğini öğrendim.
Yolculuğun ikinci “bacağı” tamamlanmıştı.
Şimdiye kadar tehlike vardı; bundan sonra daha fazlası olacaktı. İspanyol birlikleri Kübalıları acımasızca avladı ve “kasap” Weyler’in yönettiği kuvvetler, silahlanmış veya toplama kamplarının dışında bulunan adamlara, silahsız olsalar bile, pek merhamet göstermedi. Garcia’ya giden yolculuğun geri kalanı birçok tehlikeyle doluydu ve bunu biliyordum, ancak bunları düşünmek için zaman değildi; yola koyulmalıydım!
Ülkenin topografyası yeterince basitti; kuzeye doğru bir mil kadar iç kesimlere uzanan, ormanla kaplı düz bir arazi şeridi. İnsanın el işi sadece yollar kesmekle sınırlıydı ve ağ sadece bu labirentte yetişen Kübalılar tarafından örülebiliyordu. Sıcaklık kısa sürede dayanılmaz hale geldi ve gereksiz kıyafetlerle yükü olmayan arkadaşlarımı kıskanmama neden oldu.
Kısa süre sonra yürüyüşe geçtik, denizden ve dağlardan ve hatta birbirimizden, yaprakların yoğunluğu, patikanın kıvrımları ve dönüşleri ve her şeyin üzerine çöken yakıcı pusla gizlendik. Orman, yeşillikler arasından göremesek de güneş tarafından minyatür bir cehenneme dönüştürülmüştü. Ancak kıyıdan ayrılıp eteklere yaklaştığımızda orman daha büyük ve daha az yoğun bir bitki örtüsüne yol vermeye başladı. Kısa süre sonra birkaç tane meyve veren hindistan cevizi ağacı bulduğumuz bir açıklığa ulaştık. Fındıklardan çekilen taze ve serin su, Kavrulmuş boğazlarımıza bir iksirdi.
Ama bu hoş noktada fazla oyalanmadık. Önümüzde millerce yol vardı ve gece çökmeden önce dik dağ yamaçlarından yukarı doğru bir başka gizli açıklığa tırmanmamız gerekiyordu. Kısa süre sonra gerçek tropikal ormana girdik. Burada seyahat etmek biraz daha kolaydı, çünkü neredeyse fark edilemeyen ama yine de bir hava akımı nefes almayı daha az bir görev haline getiriyordu ve çok daha ferahlatıcıydı.
Bu ormanın içinden Portillo’dan Santiago de Cuba’ya “Kraliyet Yolu” geçiyordu. Bu otoyola yaklaşırken arkadaşlarımın ormanda birer birer kaybolduğunu fark ettim. Kısa süre sonra Gervacio ile yalnız kaldım. Bir soru sormak için ona döndüğümde, parmağını dudaklarına götürdüğünü, sessizce tüfeğimi ve revolverimi hazır bulundurmamı işaret ettiğini ve sonra o da tropikal bitki örtüsünün arasında kaybolduğunu gördüm.
Bu garip davranışın nedenini anlamam uzun sürmedi. Atların koşumlarının şıngırtısı, İspanyol süvarilerinin taşıdığı kısa kılıçların takırtısı ve ara sıra bir emir sözcüğü kulağıma geldi.
Ancak benimle birlikte olanların uyanıklığı olmasaydı, tam zamanında düşman bir güçle karşılaşmak için otoyola çıkmış olurduk!
Tüfeğimi kurdum ve Smith & Wesson’umu hızlı aksiyon için pozisyona aldım ve ardından ne olacağını gergin bir şekilde bekledim. Her an ateşli silah sesleri duymayı bekliyordum. Ancak hiçbiri gelmedi ve adamlar teker teker geri döndü, Gervacio da sonunculardan biriydi.
“Keşfedilmemiz durumunda onları aldatmak için dağıldık. Yolun önemli bir bölümünü kapladık ve ateş açılmış olsaydı düşman bunun pusudan gelen bir saldırı olduğuna inanırdı. Başarılı da olurdu,” diye ekledi Gervacio pişmanlık dolu bir ifadeyle, “ama önce görev ve” -burada gülümsedi- “sonra zevk!”
İsyancı grupların genellikle geçtiği patikaların yanında ateş yakmak ve küllerin içine tatlı patates gömmek gelenekti. Orada aç bir grup geçene kadar kızartıldılar. Öğleden sonra bu yangınlardan birine rastladık. Partideki her kişiye fırında pişmiş bir tatlı patates dağıtıldı, ateş tekrar kapatıldı ve yürüyüş devam etti.
Tatlı patateslerimizi yerken, devrim günlerinde savaşlarını aynı diyetle veren Marion ve adamlarını düşündüm ve aklımdan Marion ve adamlarının zafere ulaştığı gibi, kendi ülkemin vatansever babalarını harekete geçiren özgürlük arzusuyla ilham alan bu Kübalıların da aynısını yapacakları fikri geçti ve görevimin, generalleriyle iletişim kurarak ve ulusumun askerlerinin onlar adına savaşmasını mümkün kılarak bu insanlara çabalarında yardımcı olmak olduğunu hatırladığımda gurur duydum.
Günün yolculuğunun sonuna geldiğimde, bana yabancı bir giysi giymiş birkaç adam gördüm.
“Bunlar kim?” diye sordum.
“Onlar İspanya ordusundan kaçanlar, Senor,” diye cevapladı Gervacio. “Manzanillo’dan kaçtılar ve yiyecek eksikliği ve subaylarının sert muamelesi yüzünden ayrılmalarının sebebinin bu olduğunu söylüyorlar.”
Şimdi bir firari bazen değerli olabilir, ancak burada bu vahşi doğada, onların arkadaşlarından ziyade odalarını tercih ederdim. Kim onlardan birinin veya birkaçının herhangi bir zamanda kampı terk etmeyeceğini ve İspanyol yetkilileri bir Amerikalının Küba’yı geçtiği ve açıkça General Garcia’nın kampına gittiği konusunda uyarabileceğini söyleyebilir? Düşman, onun görevini engellemek için elinden gelen her şeyi yapmaz mıydı? Bu yüzden Gervacio’ya dedim ki: “Bu adamları yakından sorgula ve bizim kaldığımız süre boyunca kampı terk etmemelerini sağla!”
“Evet, Senor!” oldu cevap.
Benim için ve görevimin başarısı için böyle bir talimat vermiş olmam iyi oldu. Bir veya daha fazla firari’nin varlığımı İspanyol komutanına bildirmek için ayrılabileceği düşüncemin doğru olduğu ortaya çıktı. Görevimi kimsenin bildiğini varsaymak adil olmasa da, orada bulunmam casus oldukları ortaya çıkan ve neredeyse suikasta uğramama yol açacak iki kişinin şüphelenmesine yetti. Bu ikisi o gece kampı terk etmeye ve bir “subay Americano”nun Küba’dan geçirildiği bilgisiyle çalılıkların arasından İspanyol hatlarına dalmaya karar verdiler. Gece yarısından biraz sonra bir nöbetçinin meydan okumasıyla uyandım, ardından bir silah sesi geldi ve hemen hemen anında hamakımın yakınında gölgeli bir şekil belirdi. Tam karşı tarafa sıçrayıp dışarı çıktığımda başka bir şekil belirdi ve bunu yazmaktan daha kısa bir sürede ilki, sağ omzunun kemiklerini kesen bir pala darbesi sonucu yere yığılmıştı. O alçak herif, yoldaşının kamptan çıkamaması durumunda beni öldürmesi ve üzerinde çalıştığım her neyse onu gerçekleştirmemi engellemesi konusunda anlaştıklarını söyleyecek kadar uzun yaşadı. Nöbetçi yoldaşını vurarak öldürdü.
Atlar ve eyerler ancak ertesi gün geç saatlerde, ilerlemeyi imkansız kılan bir saatte hazırdı. Gecikmeden rahatsız oldum ama elimde değildi. Eyerleri sabitlemek atlardan daha zordu. Biraz sabırsızlandım ve Gervacio’ya eyersiz neden ilerleyemediğimizi sordum.
“General Garcia, Küba’nın merkezindeki Bayamo’yu kuşatıyor, Senor,” diye cevap verdi, “ve ona ulaşmak için hatırı sayılır bir mesafe kat etmemiz gerekecek.”
Bu, “monturas” yani eyerler ve koşum takımları aramamızın sebebiydi. Atın bana verdiği tek bir bakış ve rehberimin bilgeliğine olan hayranlığım hızla arttı ve dört günlük yolculuk boyunca fark edilir şekilde arttı. Eğer o iskelete eyersiz binseydim bu, müthiş bir işkence anlamına gelirdi. Ancak, at için şunu söyleyeceğim, “montura”sı ile cesur bir hayvan olduğunu kanıtladı, Amerika ovalarındaki pek çok iyi besili attan çok daha üstün.
Kamptan ayrıldıktan sonra patikamız bir süre sırtın omurgasını takip etti. Bu patikalara alışkın olmayan biri, vahşi doğanın şaşkınlığı karşısında çaresiz kalmış olmalı, ancak rehberlerimiz, geniş bir yüksek yolda olduğu kadar kıvrımlı virajlara da aşina görünüyorlardı.
Bölmeyi terk edip doğu yamacından aşağı inmeye başladıktan kısa bir süre sonra, rengarenk bir çocuk topluluğu ve beyaz saçları omuzlarından aşağı akan yaşlı bir adam tarafından karşılandık. Kolordu durdu, patrik ve Gervacio arasında birkaç kelime geçti ve sonra orman, Amerika Birleşik Devletleri, Küba ve “Delegado Americano” için “Vivas” ile çınladı. Dokunaklı bir olaydı. Yaklaştığımı nasıl öğrendiklerini hiç bilmiyordum; ancak ormanda haberler hızla yayılır ve benim gelişim yaşlı bir adamı ve küçük çocuklardan oluşan bir kalabalığı daha mutlu etmişti.
O gece kamp kurduğumuz dağ eteklerinde nehrin ayrıldığı Yara’da, tehlikenin gizlendiği bir bölgede olduğumuz bana bildirildi. “Trincheras” veya siperler, İspanyol birlikleri Manzanillo’dan dışarı yürürse geçidi savunmak için inşa edilmişti. Yara, Küba tarihinde büyük bir isimdir, çünkü Yara kasabasından 1868-78’deki “On Yıl Savaşı”nda ilk “özgürlük” çığlığı geldi. Trinchera’nın arkasında hamak sallamam istendi, bu arada, bu aslında bir siper değildi, göğüs hizasında taş bir duvardı ve bilinmeyen bir kaynaktan alınan bir muhafızın görevlendirildiğini ve bütün gece görevde tutulduğunu fark ettim.
Gervacio, görevimin başarısız olma riskini göze almak istemiyordu.
Ertesi sabah, Sierra Maestra’dan kuzeye doğru uzanan ve nehrin doğu kıyısını oluşturan çıkıntının tırmanışına başladık. Rotamız aşınmış sırtlar boyunca uzanıyordu. Tehlike ovalarda gizleniyordu. Pusu, ateş ve hareketli bir İspanyol grubu tarafından kesilme ihtimali vardı.
Burada dikey kıyılara sahip akarsular boyunca bir dizi iniş çıkış başladı. Kariyerim boyunca hayvanlara karşı çok fazla zulüm gördüm, ancak buna eşdeğer hiçbir şey görmedim. Zavallı atları bu vadilerin dibine indirmek ve tekrar çıkarmak inanılmaz ceza biçimleri içeriyordu. Ancak bunun için hiçbir çare yoktu; Garcia’ya mesaj iletilmeliydi ve savaşta yüz binlerce insanın özgürlüğü tehlikedeyken birkaç atın çektiği acılar neydi? Vahşi hayvanlara üzüldüm, ancak duygusal davranmanın zamanı değildi.
Hayatımda yaşadığım en zor binicilik gününden sonra, ormanın kenarlarına yakın mısır tarlalarının ortasındaki bir kulübede, Jibaro’da mola verdiğimizde büyük bir rahatlama hissettim. Kirişlere yeni kesilmiş bir sığır eti asılıydı, açıktaki aşçı ise “Delegado Americano” için bir yemek hazırlamakla meşguldü. Gelişim müjdelenmişti ve ziyafetim taze sığır eti ve manyok ekmeğinden oluşacaktı.
Cömert yemeğimi bitirir bitirmez büyük bir kargaşa duyuldu, sesler ve ormanın kenarından at nallarının takırtıları. General Rios’un kurmay heyetinden Albay Castillo gelmişti. Sabah gelmesi beklenen şefi adına beni karşıladı, eğitimli bir kurmay subayının tüm zarafetiyle; sonra atına atladı, atını çılgınca mahmuzladı ve geldiği gibi bir şimşek gibi yola koyuldu. Karşılaması bana yetenekli bir rehber eşliğinde ilerlediğime dair güvence verdi. Ertesi sabah General Rios geldi ve beraberinde Albay Castillo da geldi, bana “Küba’da yapılmış” bir Panama şapkası hediye etti. General Rios “kıyıların generali”ydi. Çok esmerdi, açıkça Kızılderili ve İspanyol kanındandı, yaylı, atletik adımları vardı. Hiçbir İspanyol birliği onun bölgesinde bir çıkış yapıp onu hazırlıksız bulmamıştı. Bilgi kaynakları ve sezgileri olağanüstüydü. Saklanan aileleri taşımak ve geçimlerini sağlamak kolay bir iş değildi, ama bunu yaptı ve tahmin edilebileceği gibi, düşman hareketlerinin önceden bilgilendirilmesi zorunluydu. İspanyol yöntemleri ormanlara girmek, ormanları temizlemek ve av bulamadıklarında bölgeleri harap etmekti. Bu arada General Rios işleri gerilla tarzında yürütüyordu ve kuvvetleri sürekli olarak İspanyol birliklerine ateş ediyor, bazen de korkunç infazlar gerçekleştiriyordu. General Rios, refakatçilerime iki yüz süvari daha ekledi. Tek sıra halinde yürürken, bizi gören biri olsaydı korkutucu bir görüntü sergileyecektik.
Olağanüstü bir beceri ve hızla yönlendirildiğimizi fark etmemek elde değildi. Tekrar ormana girmiştik ve Sierra Maestra’nın her dem yeşil elbisesinde saklanıyorduk. Yol nispeten düzdü, ancak dik kıyıları olan su yollarıyla aralıklarla kesişiyordu. Yollar o kadar dardı ki sürekli olarak ağaç gövdelerine çarpıyor, bacaklarımızı havlıyor ve atlarımızın sırtındaki engelleri yerinden oynatıyorduk. Rehber hâlâ beni hayrete düşüren istikrarlı yürüyüşünü sürdürüyordu. Her zamanki pozisyonum kolun ortasına yakındı ama öndeki bu sentora yakın olmak istiyordum ve bir sonraki su yolu geçişinde onu gözlemlemek için öne atıldım. Kömür karası bir zenciydi, Küba ordusunda teğmen olan Dionisito Lopez. Bu izsiz ormanda, karmaşık bitki örtüsünde, binebildiği kadar hızlı bir şekilde bir rota çizebiliyordu. Pala kullanma becerisi inanılmazdı. Bizim için ormanda bir yol açtı. Sarmaşık ağları, onun istikrarlı vuruşlarının önünde sağa sola düşüyordu; kapalı alanlar açıklıklara dönüşüyordu; adam yorulmak bilmiyor gibiydi.
30 Nisan gecesi bizi Bayamo Nehri’nin bir kolu olan ve Bayamo şehrinden yaklaşık yirmi mil uzaklıktaki Rio Buey’e getirdi. Hamaklarımız daha sallanmadan Gervacio belirdi, yüzü memnuniyetle parlıyordu.
“O orada, Senor! General Garcia Bayamo’da ve İspanyollar Cauto Nehri’nin aşağısına doğru geri çekiliyorlar. Arka muhafızları Cauto-El-Embarcadero’da!”
Garcia ile iletişim kurmak için o kadar istekliydim ki gece yolculuğu yapmayı teklif ettim, ancak bir konferanstan sonra hiçbir şey kazanılmayacağına karar verildi.
1 Mayıs 1898, takvimimizde “Dewey Günü”dür. Küba ormanlarında uyurken, büyük amiral İspanyol filosunu yok etmek için Corregidor toplarının yanından Manila Körfezi’ne doğru yolunu bulmaya çalışıyordu. O gün Garcia’ya doğru giderken İspanyol gemilerini batırmıştı ve toplarıyla Filipinler’in başkentini tehdit ediyordu.
O sabah erkenden yola koyulduk. Bayamo ovasına giden yokuştan teras teras indik. Yıllarca harap olmuş bu büyük ülke artık sanki hiç insan olmamış gibiydi. Candalaria haciendasının siyah kalıntılarında, İspanyol savaş yöntemlerinin sessiz kanıtı olarak ovaya geçtik. Doğanın en gözde yerlerinden birinde, yabani otlarla kaplı tropikal bir bahçenin karşısında, insanın yaşadığını gösterecek neredeyse hiçbir yerleşim yeri olmayan bir vahşi doğada yüz milden fazla yol kat etmiştik. Kolumuzun görüş alanından gizlendiği kadar yüksek otların arasından, kavurucu güneş ve kavurucu sıcaktan geçerek yol aldık, ancak varış noktamızın yakın olduğu düşüncesiyle tüm rahatsızlıklarımız unutuldu; görevimiz neredeyse sona eriyordu. Yorgun atlarımız bile beklentimize ve hevesimize ortak olmuş gibiydi.
General Campos’un koluna Maceo’nun saldırdığı yer olan eski Peralejo’da, Manzanillo-Bayamo’ya giden kraliyet yoluna girdik ve hepsi de şehre doğru acele eden paçavralar ve paçavralar içinde neşeli insanlarla karşılaştık. Bu mutlu grupların gevezelikleri bana ormanlardan geçerken çığlık atan papağanları hatırlattı. Kovuldukları evlerine geri dönüyorlardı.
Paralejo’dan nehrin doğu yakasındaki kasabaya kısa bir yolculuktu. Kasaba bir zamanlar 30.000 nüfuslu bir şehirdi, şimdi ise belki de 2000 nüfuslu bir köy. Derenin her iki yakasına İspanyolların inşa ettiği bir dizi blok evle çevriliydi. Bu küçük kaleler görülen ilk nesnelerdi ve görünür hale geldiğimizde hala yükselen alevler ve dumanla öne çıkıyorlardı. Kübalılar bu bir zamanlar gelişen vadinin eski metropolüne girdiklerinde onları ateşe vermişlerdi.
Kısa süre sonra kıyıda sıraya girdik ve Gervacio ile Lopez muhafızlarla konuştuktan sonra yola koyulduk. Atlarımızın su içmesi ve Jucaro-Moron trochasının doğusunda Küba’nın askeri kaderinden sorumlu subayın huzuruna son koşumuz için biraz enerji depolamak için nehrin ortasında durduk.*
*(Günümüzdeki gazetelerden alıntı yapıyorum: “Kübalı generaller, Teğmen Rowan’ın gelişinin Küba ordusunda büyük bir coşku yarattığını söylüyor. Geldiğine dair hiçbir haber yoktu ve Teğmen Rowan’ı ilk gördüğümde, Calle Commercial’da dörtnala giderken ve ona eşlik eden Kübalı rehberler onu takip ederken gördüm.”)
Birkaç dakika içinde General Garcia’nın huzurundaydım.
Birçok riski, başarısızlık şansını ve ölüm şansını barındıran uzun ve zahmetli yolculuk sona ermişti.
Başarmıştım.
General Garcia’nın karargahının önüne geldiğimizde, Küba bayrağı eğik bir direkle kapının üzerinde tembelce asılıydı. Böyle durumlarda akredite olduğumuz bir adamın huzuruna çıkma yöntemi benim için yeniydi. Sıraya girdik, birlikte indik ve “at üstüne çıktık.” Gervacio general tarafından tanınıyordu, bu yüzden kapıya doğru ilerledi ve içeri alındı. Kısa bir süre sonra General Garcia ile geri döndü, General Garcia beni içtenlikle karşıladı ve yardımcımla birlikte içeri girmemi söyledi. General beni ekibine tanıttı —hepsi temiz beyaz üniformalıydı ve belinde silah vardı— ve gecikmenin, Gervacio’nun kendisine ilettiği Jamaika’daki Küba cuntası tarafından kimlik bilgilerimin gerekli incelemesinden kaynaklandığını açıkladı.
Her şeyde mizah vardır. Cuntadan gelen mektuplarda “güvenilir bir adam” olarak tanımlanmıştım. Tercüman beni “güvenilir bir adam” yapmıştı.
Kahvaltıdan sonra işe koyulduk. General Garcia’ya görevimin tamamen askeri nitelikte olduğunu, ancak Amerika Birleşik Devletleri’nden diplomatik kimlik bilgileriyle ayrılmış olduğumu; Başkan ve Savaş Bakanlığı’nın Doğu Küba’daki askeri durumla ilgili en son bilgileri istediğini açıkladım. (Orta ve Batı Küba’ya iki subay daha gönderilmişti, ancak hedeflerine ulaşamamışlardı.) Amerika Birleşik Devletleri’nin bilmesi gereken konular arasında İspanyol birliklerinin işgal ettiği pozisyonlar, İspanyol kuvvetlerinin durumu ve sayısı, subaylarının karakteri; özellikle de komutanlarının; İspanyol birliklerinin morali; ülkenin hem yerel hem de genel topografyası vardı; iletişimler, özellikle yolların durumu; kısacası, Amerikan genelkurmayının bir sefer düzenlemesini sağlayacak her türlü bilgi. Son olarak, ama kesinlikle en az değil, General Garcia’nın Küba orduları ve Amerika Birleşik Devletleri güçleri arasında ortak veya ayrı bir sefer planı hakkındaki önerileri. Ayrıca, hükümetimin Küba güçleriyle ilgili aynı bilgileri veya generalin uygun gördüğü kadarını almaktan mutluluk duyacağını kendisine bildirdim. Planlarıyla uyuşmuyorsa, bana uygun göreceği kapasitede Küba güçlerine sahada eşlik etmek istiyorum.
General Garcia bir an düşündü ve sonra oğlu Albay Garcia hariç tüm personeliyle birlikte geri çekildi. Albay Garcia benimle birlikte kaldı. Saat üç civarında general geri döndü ve benimle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne üç subay göndermeye karar verdiğini söyledi. Bu subaylar hayatlarını Küba’da geçirmiş adamlardı; eğitilmiş ve denenmişlerdi; hepsi ülkeyi tanıyordu ve kendi özel kapasiteleriyle ortaya atılması muhtemel tüm soruları cevaplayabilirlerdi. Küba’da aylarca kalsaydım bu kadar eksiksiz bir rapor hazırlayamayabilirdim ve zaman önemli bir unsur olduğundan, Amerika Birleşik Devletleri hükümeti bilgiyi ne kadar çabuk alırsa ilgili herkes için o kadar iyi olurdu.
Adamlarının silahlara, özellikle de blok evlerine saldırıda önemli olan toplara ihtiyacı olduğunu açıklamaya devam etti. Cephanesi çok azdı ve kullanılan çeşitli kalibrelerdeki birçok tüfek yeterli miktarda tedarik sağlamayı zorlaştırıyordu. Bu soruyu basitleştirmek için adamlarını Amerikan tüfekleriyle yeniden silahlandırmanın daha iyi olabileceğini düşündü.
Ünlü bir isim olan General Collazo; Albay Hernandez ve adanın ve tropiklerin genel hastalıklarına aşina olan değerli bir akraba olan Doktor Vieta ve ikisi de kuzey kıyısına aşina olan iki denizci bizimle gelecekti; Birleşik Devletler istediği malzemeleri sağlamaya karar verirse dönüş seferinde faydalı olabilirlerdi.
O gün devam edebilir miydim — hoy mismo?
Daha fazla soru sorabilir miydim?
Daha fazla soru sorabilir miydim? Dokuz gün boyunca her türlü arazi koşulunda sürekli hareket halindeydim. Bu garip çevrede etrafıma bakma şansım olmasını isterdim, ancak cevabım onun sorusu kadar hızlıydı. Sadece “Evet efendim!” diye cevapladım.
Neden olmasın? General Garcia, hızlı kavrayışı ve koşulları hızla kabul etmesiyle aylarca süren gereksiz zahmetten beni kurtarmış ve ülkeme, Kübalıların sahip olduğu kadar adadaki mevcut durum hakkında ayrıntılı bilgi edinme olanağı vermişti; kesinlikle düşmanın sahip olduğu kadar iyi.
Sonraki iki saat boyunca gayriresmi bir karşılamanın alıcısıydım. Sonra saat beşte son bir yemek servis edildi ve sonunda bana refakatçimin kapıda olduğunu söylediler. Sokağa ulaştığımda eski rehberimi ve yoldaşımı kolonda göremeyince şaşırdım. Gervacio’yu sordum ve o ve Jamaika’dan gelen kontenjandaki diğerleri dışarı çıktı. Gervacio benimle gelmek istedi ama Garcia kararlıydı; güney kıyısındaki hizmet için hepsine ihtiyaç vardı ve ben kuzeyden dönecektim. Generale Gervacio ve mürettebatının hizmetleri için minnettarlığımı ilettim ve kolon Sierra Maestra’nın sağlam noktalarından çekildi. Gerçek bir Latin kucaklaşmasından sonra ayrıldım ve bindim. Kuzeye doğru dörtnala giderken üç tezahürat duyuldu.
Mesajımı Garcia’ya iletmiştim!
General Garcia’ya yaptığım yolculuk birçok tehlikeyle doluydu, ancak Amerika Birleşik Devletleri’ne geri dönüş yolculuğumla karşılaştırıldığında, çok daha önemlisi, güzel bir ülkede masum bir gezintiydi. Oraya girerken başa çıkılacak çok az şey vardı, çünkü Jamaika’dan yaptığım yolculuk hoş sularda olmuştu, Küba komutanına giderken ise iyi korunuyordum ve iyi yönlendirilmiştim. Ancak savaş ilan edilmişti ve İspanyollar tetikteydi. Askerleri kıyının her milini, tekneleri her koy ve körfezi devriye geziyordu, kalelerinin büyük topları savaş kurallarını ihlal eden herkese belirsiz bir tonda konuşmaya hazırdı. Her bakımdan düşman hatları içinde bir casustum! Keşif, yüzü duvara dönük bir şekilde ölüm anlamına geliyordu. Ayrıca denizin ve havanın öfkeli unsurlarıyla hesaplaşmayı da düşünmemiştim, ki bunlar kısa sürede bana başarının her zaman adil bir yelkencilik meselesi olmadığına ikna edecekti.
Ancak çaba gösterilmeli ve başarılı olmalıydı, aksi takdirde görevim sonuçsuz kalacaktı. Mutlu bir şekilde sona ermesi büyük ölçüde savaşın zafere taşınmasına bağlıydı.
Yoldaşlarım doğal olarak ortaya çıkan endişeleri benimle paylaştılar, bu yüzden Küba’yı kuzeye doğru, en azından savaş gemileri için nehirdeki navigasyonun başı olan Cauto-El-Embarcadero’daki İspanyol mevzilerini dolaşarak, Manati’nin şişe şeklindeki limanına gelene kadar büyük bir dikkatle ilerledik, burada, karşı tarafta, toplarla dolu büyük bir kale girişi koruyordu.
Keşke İspanyol askerleri varlığımızı bilseydi! Ama belki de girişimimizin cüretkarlığı kurtuluşumuzdu. Bizimki gibi bir görevde olan bir düşmanın, binmek için böyle bir yeri seçeceğinden kim şüphelenebilirdi ki?
Yolculuğu yaptığımız tekne, “kapasitesi 104 kübik feet” olan bir deniz kabuğuydu. Yelkenler için bir araya getirilmiş çuvallarımız vardı. Rasyonlar için haşlanmış sığır eti ve su. Bu teknede yelken açacaktık ve yelken açtık, tam kuzeye doğru 150 mil, New Providence, Nassau Adası’na. Böyle bir teknede, hızlı, iyi silahlanmış lanchalar tarafından devriye gezerek, düşman sularında denize açılmayı düşünün!
Ama “şeytan istediğinde olmalı!” Görevimizi tam anlamıyla yerine getirmenin tek yolumuz buydu.
Bu teknenin altı kişiyi alamayacağı hemen belli oldu, bu yüzden Dr. Vieta, refakatçi ve atlarla Bayamo’ya geri gönderildi, beşimiz ise İspanyol toplarının engelini aşmaya ve bir kayıktan çok daha büyük olmayan bir tekne ve çuval yelkenleriyle İspanyol savaş gemilerini alt etmeye hazırlanıyorduk!
Ayrılma saatimizi belirlediğimiz sırada şiddetli bir fırtına vardı ve dalgalar bu kadar şiddetliyken suya giremezdik. Yine de beklerken bile tehlike vardı! Dolunay zamanıydı ve fırtınanın geçmesiyle bulutlar dağılırsa varlığımız tespit edilebilirdi.
Ama kader bizimleydi!
Saat 11’de gemiye bindik. Teknede sadece beş kişi vardı ve tekne suyun içindeydi. Dağınık bulutlar ayın yüzünde çılgınca şeyler gibi koşturuyordu, bizi sırayla saklıyor ve açığa çıkarıyordu, bu arada dördü kürekleri çekiyordu ve beşincisi bir rota belirliyordu. Geçerken kaleyi göremiyorduk ve belki de görülmememizin nedeni buydu, ancak büyük topların asık suratlı ağızlarını hayal etmek için çok fazla hayal gücü gerekmedi ve her an bir topun patlamasını ve bir atışın çığlığını duymayı bekleyerek çalışmaya devam ettik. Küçük teknemiz bir yumurta kabuğu gibi sallanıyor ve savruluyor ve çoğu zaman alabora olma noktasına geliyorduk, ancak denizcilerimiz rotayı biliyordu, çuval yelkenlerimiz testten geçti ve kısa süre sonra “izsiz yeşilliğin üzerinden” ilerlemeye başladık.
Alışılmadık zahmetten yorgun ve önce bir dalga tepesinde sonra bir diğerinde gezinmenin monotonluğunu bozacak hiçbir şey olmadığından, cesurca dimdik otururken uyuyakaldım.
Ama uzun sürmedi. Muazzam bir dalga üzerimize çarptı, teknemizi neredeyse suyla doldurup neredeyse alabora edecekti. O andan itibaren hiç kimse uyuyamadı. Uzun gece boyunca kefalet, kefalet, kefalet diye geçti. Tuzlu suyla ıslanmış, yorgun ve bitkin bir halde, ufukta sisin arasından görünen güneşi görebildiğimiz için yeterince mutluyduk.
“Un vapor, Senores!” (bir vapur) diye bağırdı dümenci.
Her bir kalbi bir telaş sardı. Ya bir İspanyol savaş gemisi olsaydı? Bu hepimiz için kısa bir kayıt anlamına gelirdi.
“Dos vapores, tres vapores, Caramba! doce vapores!” diye bağırdı dümenci, arkadaşlarım onun haykırışlarını yankıladı.
İspanyol filosu olabilir miydi?
Ama hayır, Amiral Sampson’ın savaş gemileriydi, San Juan del Puerto Rico’ya saldırmak üzere doğuya doğru buharlaşıyorlardı!
Daha rahat nefes aldık!
O gün boyunca kızardık ve kızardık, kızardık ve kızardık. Yine de kimse uyumadı veya endişeli bakış açısını gevşetmedi. Birleşik Devletler savaş gemilerinin varlığına rağmen bir topçu botu onların dikkatinden kaçabilirdi ve eğer kaçarsa bizi yakalayıp esir alabilirdi. Yaşamış en yorgun beş adamın üzerine gece çöktü. Yorgunluktan neredeyse bitkin düşmüştük, ama bizim için dinlenmek mümkün değildi. Karanlıkla birlikte rüzgar tekrar geldi ve rüzgarla birlikte güçlü dalgalar ve yine küçük gemiyi su üstünde tutmak için halat, halat, halat oldu. Ertesi sabah, 7 Mayıs’ta, saat 10 civarında, Bahamalar grubunun Andros Adaları’nın güney ucunda Curly Keys’i gördüğümüzde yoğun bir rahatlama hissettik ve kısa bir dinlenme için oraya memnuniyetle çıktık.
O öğleden sonra, anlamadığımız tuhaf bir şeyler konuşan on üç zenciden oluşan bir mürettebatla bir süngerleme teknesini elden geçirdik, ancak işaret dili evrenseldir ve kısa süre sonra bir transfer için ayarlamalar yaptık. Bu tekne yiyecek olarak bir domuz sürüsü ve bir akordeon taşıyordu. Bir daha asla akordeon duymak istemiyorum. Neredeyse tamamen bitkinlik noktasına kadar yorgundum, boşuna uyumaya çalıştım ama o enstrümanın tiz notaları uyumamı engelledi.
Ertesi öğleden sonra, New Providence Adası’nın doğu ucunu dönerken karantina görevlileri tarafından yakalandık ve Küba’daki sarı humma kurgusu onlara bahane verdiği için Hog Adası’nda hapsedildik.
Ancak ertesi gün Amerikan başkonsolosu Bay McLean’e haber verdim ve 10 Mayıs’ta serbest bırakılmamızı ayarladı. 11 Mayıs’ta Fearless teknesi iskeleye yaklaştı ve gemiye bindik.
Florida Keys’in arkasına vardığımızda şans bizi terk etti. Rüzgar dindi ve 12 Mayıs günü boyunca sakin bir şekilde yattık, ancak gece bir esinti çıktı ve 13 Mayıs sabahı Key West’teydik.
O gece Tampa’ya giden bir trene bindik ve oradan Washington’a giden bir trene bindik.
Zamanında vardık ve savaş bakanı Russel A. Alger’e rapor verdim, hikayemi duydu ve General Garcia’nın yardımcılarını da yanıma alarak General Miles’a rapor vermemi söyledi. Raporumu aldıktan sonra General Miles savaş sekreterine şunları yazdı: “Ayrıca 19. ABD Piyade Alayı’ndan Birinci Teğmen Andrew S. Rowan’ın bağışıklık alaylarından birinin yarbay rütbesine getirilmesini öneriyorum. Teğmen Rowan Küba’yı dolaştı, Korgeneral Garcia ile birlikte isyancı ordudaydı ve hükümete çok önemli ve değerli bilgiler getirdi. Bu çok tehlikeli bir girişimdi ve benim kanaatime göre Teğmen Rowan savaş tarihinde nadiren görülen bir kahramanlık ve soğukkanlılık örneği sergiledi.”
Dönüşümden bir gün kadar sonra General Miles eşliğinde kabine toplantısına katıldım ve toplantının sonunda Başkan McKinley’in tebriklerini ve General Garcia’ya dileklerini iletme şeklim ve çalışmanın değeri için teşekkürlerini aldım.
“Çok cesurca bir iş başardınız!” bana söylediği son sözlerdi ve bu, basit görevimden daha fazlasını yaptığımı, “nedenini sorgulamak” değil, emirlerine uymak olan bir askerin görevi olduğunu ilk kez aklıma getirmişti.
Mesajımı Garcia’ya iletmiştim.
KAYNAKÇA:
https://en.wikipedia.org/wiki/A_Message_to_Garcia
Elbert Hubbard – Garcia’ya Bir Mesaj
https://en.wikipedia.org/wiki/Elbert_Hubbard
AGI nedir?
https://aws.amazon.com/tr/what-is/artificial-general-intelligence/
Willow
https://blog.google/technology/research/google-willow-quantum-chip/
Google Quantum AI
https://www.youtube.com/@GoogleQuantumAI
OpenAI
Youtube: OpenAI – https://www.youtube.com/@OpenAI
X sitesi: https://x.com/openai
NVIDIA:
https://www.nvidia.com/en-us/solutions/ai/
CEO Jensen Huang : https://x.com/thejesenhuang
DİĞER AI YAZILARIM İÇİN KATEGORI
https://www.gunesintamicinde.com/category/yapay-zeka/
EPOSTA ABONELİĞİ İÇİN
Aşağıdaki formda e-posta adresinizi yazın, gelen e-postaya onay verin.E-posta aboneliği için e-posta adresinizi eklemeniz, aşağıdaki konuları anlayıp izin verdiğiniz anlamına gelir.
Lütfen okuyunuz. Temel olarak, siteden (Güneşin Tam İçinde) ve yazardan (Süleyman Sönmez) e-posta bülten almaya izin vermek anlamını taşır. Bu iznin temeli: okunacak yazılar, izlenecek videolar, dinlenecek podcastlar, fotoğraflar, tanıtılacak ürün, kitap, site, uygulama, yapay zeka, eğitim, gezi, teknoloji, anket gibi içerikler ve kampanyalar olabilir. Bültenin içeriğinde, bülten sponsorunun ürün ve hizmetine ait bilgi, link ve banner yer alabilir. Bülten e-posta sistemi substack isimli dünyaca çok bilinen, güvenilir e-posta sistemi tarafından gönderilir. E-postalar yeni bir e-posta dağıtım sistemine geçmek dışında üçüncü şahıs ve şirketlerle paylaşılmaz. İşleyiş gereği yurtiçi ve yurtdışındaki server sistemlerinden hizmet verilebilir. Spam gönderilmez. İstediğiniz noktada, tek adımla her e-postanın en altındaki "Unsubscribe" seçilerek üyelikten çıkılır ve siz tekrar e-posta abonelik formuyla veya bülten sayfasında üye olana dek yeni e-posta almazsınız. İlginiz için teşekkür ederiz.